Y’nin hikayesi

Yayınlandı: Ağustos 10, 2011 / Paylaş & Rahatla

Okudukça “ay ben hiç aşağılanmadım, ne mutlu bana” diye düşünürken, ortaokul dönemimde bizzat öz annem tarafından altın gününde şişkoluğum hakkında alay konusu edilmem geldi gözümün önüne. Düzen, hijyen ve güzellik takıntılı orta sınıf mensubu her çocuk gibi ideal olma yolunda sonu gelmez bir çaba ve kronik kaybetmişlik hissi yaşadım çok zaman. Zamanla büyüdük, genç kız olduk, olgunlaştı kimliğimiz ve kadın olduk; tarzımızı oturttuk. Dış görünüşle ilgili abarttığımız pek çok sorunu aştık zamanla. Bunlar elbette ki gizliden bir yerlerde iz bırakmıştır bende. Ancak bir alay edilme hikayem var ki her saniyesi, konuşan insanların yüz ifadesi, sonundaki yalnız kalışım ve uzun bir süre boyunca kurtulamadığım çaresizlik hissimi, 4 yıl önce nasılsa şu an bunları yazarken de aynı şekilde hissediyorum. Alay konusu olmamın sebebi, sahip olduğum ve bunu çok az insanla paylaştığım, ve hiçbir zaman ilgi çekmek için istismar etmediğim hastalığımdı; bipolar bozukluk. Kendime yakın görüp bu durumumu paylaştığım az sayıdaki arkadaşlarımdan biri bunu sevgilisine, ailesine ve diğer ortak arkadaşlarımıza söylemişti. Ekşi sözlükteki yarısı hayal ürünü olan hikayelerle büyüyen bu arkadaşım “benim de manik arkadaşım var” diye sağa sola söylemişti. Buraya kadarki senaryo çok da sürpriz olmayan bir şey bir üniversiteli birey için. Hastalığın semptomlarını bilenler bilir. Bahar ayının gelmesiyle enerji artar. Bir de üstüne okul stresi,özel hayattaki zorluklar vs. eklenince vücut, savunma mekanizması geliştirir. Her şeye bolca gülmeye, hayatı tiye almaya ve çevrendeki insanlara da bolca espirilerle kendini sevdirmeye başlarsın. Sevildiğini, ilgi gördüğünü hissetikçe de daha bir mutlu olur ve o insanları daha da seversin; ve en önemlisi güvenirsin. Zaten bu hastalığın ortaya çıkmasında sevgi açlığı ve toplumda kabul görememe kaygısının da etkisi vardır. Dolayısıyla en çok ihtiyacım olan şey onaylanma ve makbul bir insan olmaktı, özellikle hastalıkla tanıştığım o ilk yıllarda. Kendime dahi itiraf etmesi oldukça güç olan bu konuyu açık yüreklilikle paylaştığım bu mevzubahis arkadaş, nedendir bilinmez, ikili olarak konuşunca başka, kalabalık ortamlarda başka davranıyordu. O ve o gün yeni tanıştığım 2 arkadaşı ile Kadıköy Barlar Sokağı’nda oturuyorduk. İlk tanışmaya rağmen ben susmadan konuşuyor, daldan dala birçok konuya atlıyordum. Ancak verilen tepkiler “ay deli yaa”, “ alemsin ya” veya birbirlerine bakıp gülüşmeler şeklinde oluyordu. Onlara göre sağda solda anlatılacak bir anıdan, bir “vak’a” dan ibarettim çünkü. Ama bunu olaydan sonra farkediyorum tabii. Sonra konu konuyu açtı, mevzubahis kişi bir tatil planından bahsetti; Karadeniz turu. 2 yıldır aile ile yapılan ve anne dırdırı yüzünden cehenneme dönen sözde tatil yaşayan biri olarak bana rüya gibi geldi bu. Bu şehirlerde bunlar yapılırmış, bilmem nereden kıyafetler alırız, şu şehirdeki çamur banyosu, burdaki bilmem ne derken zaten hemen planlara başlandı. O an nasıl bir tatil sevdası içerisindeysem artık, o kadar ciddiye aldım ki eve gidip hemen valizi toplamaya hazırdım. Sonra ben şunu da yaparız, hem bak burda şöyle şeyler yaşanmış filan diye hikayeler, efsaneler, tarihi olaylardan bahsetmeye başlayınca kıkır kıkır gülmeye başladı bu arkadaş. “Ay entel dantelim benim ya nası atladı hemen… Kızım ne işim var benim dağ başında şaka yapıyorum amma da yedin haa… Otobüs firmasına kadar kurdu kafasında hemen, manik insan yaa” dedi ve bunu etraftaki insanların da duyabileceği bir şekilde ve son derece aşağılayıcı bir üslupta söyledi. Diğerleriyle işaretleşerek gülmeleri de birkaç dakika boyunca sürdü. “Off amma güldük ya bugün” diye de ekledi gülmekten kızarmış suratıyla. Bu gülüşmeleri o kadar ciddiydi ki… Ve o gün anladım tatil zevklerimiz, ihtiyaçlarımız, dertlerimiz bambaşka olan bu insanla o an için en özel şeyimi paylaşmıştım. Evet her krizden yeni bir şeyler öğrenilirdi ama bunun yolu benim kendimi bu kadar aciz hissettiğim bir konuda alay edilmem olmamalıydı. Bu yazıyı içimi dökmekten ziyade, olur da yakın çevresinde bu gibi dertlerden muzdarip birisi varsa onları uyarmak için yazdım; insanların hastalıklarını ciddiye alın lütfen. Her manik dönem geçiren kişi şiirler, kitaplar yazacak, sanatçı ruhlu olacak diye bir kural yoktur, bilakis ihtiyaçları olan şey normal olmak, onaylanmak ve kabul görmektir. Evet, böyle bir rehabilite edici misyonu üstlenmek zorunda değilsiniz. Yaptığı taşkınlıkları ve size ve çevresine verdiği zararları görmezden gelmek zorunda hiç değilsiniz. Ama lütfen insanların çaresizliğiyle alay etmeyin…

Rumuz: Sincap

Yayınlandı: Haziran 16, 2011 / Paylaş & Rahatla

Herkesin çocukluğu çok renkli geçmiş anlaşılan.  Kimileri bunları unutmayı tercih etmiş, kimi hayatının her dönemine taşımış.  Ama alaysızbölgeye yazmasa bile blog hakkında bir çok yorum alıyorum insanlardan, bunlarla ilgili madem onlar yazmadı, ben bir varsayımda bulunmak istiyorum.  Küçük bir şehrimizde ikamet eden arkadaşım bu yorumları okuyunca (özellikle maddiyat üstüne dışlamalarla ilgili) küçük çapta şok geçirerek, benim başıma hiç böyle şeyler gelmedi dedi, ki onun okulunda da über zenginler olduğu gibi, kendisi de bir memur çocuğudur. Bu şaşkınlıktan sonra derinlemesine konuşmaya ve fikir teatisinde bulunmaya başladık. Büyükşehirlerde maddiyat daha mı göz önünde yaşanıyordu, ya da daha kalın harflerle yazayım büyükşehir, “metropol” daha mı GÖRGÜSÜZ, ve hatta SONRADAN GÖRME idi? Ben kardeşimden biliyorum, babam kendini kasarak bizim hiç de ayağımıza göre olmayan bir yorgan satın aldı ve kardeşimi buparayacocuğuyurtdışındaüniversiteokutursun kolejine gönderdi. Çocukcağız anaokulunda kurayı kazanınca biz de sevindik, bir halt oldu sandık. Ama yıllarca o kadar çok, ailesinden bu konularda konuşulmaması gerektiğini hiç bir şekilde öğrenememiş (düzeltiyorum belki de ailesinden görerek bunun böyle yaşanması gerektiğini zannetmiş) çocuktan, babalarının maaşları, oturdukları yerler, (yaşanmış diyalogtur: sen nerede oturuyorsun? – bla – hahahah benim hizmetçim orada ikamet ediyor!) annelerinin arabaları ve hiç bitmeyen yurtdışı gezileri hakkında istemediği ölçülerde bilgilendirildi! Çocukcağızın tüm insanlığı böyle zannederek içine kapanıp, insanlara küsmesine sebep olduğumuzu hissediyorum. Kısaca, haddini bil ve zenginlerin okuluna çocuğunu gön-der-me! Zengin olmak kötüdür zırvalaması yapmıyorum bu arada, asla ve asla yanlış anlaşılmasın. Konumuz sistemli alay ve dışlama ise, bu çocukların nasıl bu kadar  “canavarlaştıklarını(!)”  konuşuyorsak, ben bu metropol/sempatikküçükşehir ayrımına (eğer varsa) dikkat çekmek istedim. Sizce de böyle bir fark olabilir mi? Daha ufak bölgelerde, zenginler, zenginliğini çocuklarının gözü önünde, başkalarının gözüne sokmadığı için, bunu normalleştirdikleri için mi oradaki çocuklar deli gibi zenginken, memurun çocuğunu parayla alakalı dışlamıyor.  Ha şu da olabilir, bizim yaşımız 20-30 arası, eskiden küçük şehirde ne kadar zengin olursan ol muhtemelen aynı butikten giyinirdin ama İstanbul’da Nike vs pazar gibi abidik gubidik ve kendini çok belli eden ayrımlar var. Bilmemne marka kalem kutusu yoktu belki orada, mahallenin kırtasiyesinde ne varsa oydu. Ya da farklılık olsa da çocuklar tutarını bilmezlerdi, çünkü ana-baba bunu dillendirmezdi,  çünkü memur onun komşusuydu. Bizde ise bakınız yukarıdaki diyalogda metropol semtlere bölünüyor; hizmetçiler, zenginler, emekliler, vs vs.. Ben ikinci ihtimal üzerinde yoğunlaşıyorum. Bilmiyorum belki fazla saçmalıyorum veya gözden kaçırdığım yüzlerce değişken var. Sadece paylaşmak istedim.  Bir de sizden ricam, eğer kardeş, kuzen veya sevdiğiniz okula giden ufaklıklar varsa, onlarla bu anılarınızı paylaşın. Alay eden veya maruz kalan olabilir; ediyorsa size olan sevgisinden bunun yarattığı hasarı anlayıp vazgeçebilir, alay ediliyorsa kendini daha az yalnız ve uzaylı hissedebilir. Benden ufak bir tavsiye. Sevgiler,

iRobot diyor ki…

Yayınlandı: Haziran 9, 2011 / Paylaş & Rahatla

Merhaba alaysizbolge,

 

İlkokulu bitirip, biraz da aile baskısı altında seçtiğim okula gittiğim ilk hafta yaşadığım şoku hiç unutamam. Eğer hayatınızın ilk onbir senesi aile koruması altında geçmiş ise ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız sanırım. Birden üzerimdeki koruma sanki kalkmış, hiç tanımadığım bir ortamda ve bilmediğim kurallarla oynanan bir oyunun içinde bulmuştum kendimi. Sadece aynı apartmanda doğup birlikte büyümüş olduğum bir arkadaşım vardı benimle benzer bir yapıda olan. Daha ilk günden top oynarken abilerin topunuzu alıp sırayla havaya dikmeleri ve sizin de çaresizce topunuzu kurtarmak için bahçede dört dönmeniz yeterince yıpratıcı idi. Sonrasında ise yeni bir dili öğrenme çabaları, hocaların acımasızca üstünüze gelmeleri ve sınıf arkadaşlarınızın nispeten savunmasız gördüklerine karşı takındıkları insafsız tavırları da katınca neden ilk iki hafta sonunda ağlayarak o okulda okumak istemediğimi vurguladığım anlaşılabilir bir hal alacaktır sanırım. Tüm bunların sonucunda ise doğal savunma mekanizmam adaptasyon sürecine girmek yerine izolasyonu tercih etti. Bu belki de baskı altında kalmayı, dışlanmayı ve böyle sekiz yıl geçirmeyi göze almaktı ve daha zor olan yoldu. Ancak sonradan geri dönerek baktığımda toplum baskısına karşı koyma gücü kazanmak açısından oldukça yararlı olduğunu da farkettiğimi söyleyebilirim.

Ufaklık diyor ki…

Yayınlandı: Haziran 5, 2011 / Paylaş & Rahatla

Merhaba alaysizbolge,

 

Uzun yazmayacağım, çünkü sanirim hala pek kimseye bunları açabilecek gibi hissetmiyorum kendimi. Neredeyse on yıl geçmiş olmasına ve şu anda üniversitede olmama rağmen… İlkokulun sonlarında ve ortaokulda iken benimle epey alay edildi. Pis ve sümüklü bir çocuktum çünkü ben… Ailemin maddi durumu pek iyi değildi, benim kılık kıyafetimle de pek alakadar değillerdi. Mahallemdeki dışlanma o zamanlar çok canımı sıkmıştı ama şu anda etkisi ne kadar devam ediyor, emin değilim. Ancak emin olduğum bir şey var ki her şeyden fazla beni üzen aile bireylerim tarafından çirkin bulunmam oldu. Bunu kaldırabilmek gerçekten zordu. Hala da ne kadar becerdim bilmiyorum, orası ayrı…

Z.’nin hikayesi

Yayınlandı: Mayıs 21, 2011 / Paylaş & Rahatla
“Sınıfsal farklar”

Eveet bu blogu okurken, “oh ne kadar da şanslıyım hiç hayatımı etkileyen bir alay edilme hikayem yoktu” diyordum ki tam; bir anda hatırlamak istemedigim icin cok derinlere gömdüğüm ortaokulun ilk yılları geldi aklıma. Ben oldukça “sıradan” ve “orta halli” bir aileden geliyorum. Sıradan bir devlet ilkokulunda okudum. Daha sonra da burs alarak “zengin” ve “sofistike” ailelerin gittiği bir okula girme hakkı kazandım. Evet, ilk başladığımda sanmıştım ki etrafımda benim gibi çocuklar olacak, yeni arkadaşlıklar edineceğim, bu güzel okulda mutluluktan mutluluğa koşacağım. Ancak daha ilk falsomu (ki yakın bir zamana kadar hala bunun için anneme kızardım) yanar döner lambaları olan sırt çantam ile okul kapısından içeri girdiğimde yapmıştım. Ben o “çocuk” halimle , benimle birlikte hazırlık sınıfına başlayacak herkesin de “çocuk” olacağını sanmıştım, sanırım annem de öyle, ve de cocuk dunyası için oldukça havalı bir çanta almıştım. Bir de baktım ki daha ilk günlerden lambalı ve pembe! sırt çantam (ki Eminönü’nden almıştık..daha sonraları bunun da “ezik” bir durum oldugunu gorecektim) okulda son moda çantalar, efendim Amerika’dan falan gelmiş aksesuarlar ile gezen ve daha önemlisi çoktan büyümüş ve altları ışıkları pabuçları  dama atmış bir insan grubu için oldukca “ezik” ti. Kısa sürede 1000 küsür kişilik okulda tanınır bir hal almıştım.Neyse ki  birsüre sonra  o çantayı kullanmayı reddederek, yandan asılan, kayışı yerlerde sürünen “salaş” bir çanta edinmiştim de bir nebze olsun rahatlamıştım. Ancak başta da belirttiğim gibi benim en önemli farkım sıradan bir “çocuk” oluşumdaydı. Bu yüzden herşeyimi yavaş yavaş üzerimden atmadan bu “alaylardan” kurtulamaycaktım. Önce renkli çerçeveli gözlüğüm (ki geldiğim ilkokulda birçok insanın kıskandığı bir şeydi, sınıf atlayınca nasıl da ezik bir nesneye dönüşmüştü)  sınıfta baya ün kazandı, sonra dizimin altındaki boyu ile oldukça moda düşmanı olan okul eteğim, daha sonraları da herkesin “cat” bot giymeye başladığı bir dönemde, severek giydiğim ve havalı bulduğum “Kat” botlarım…Kısacası fiziksel olarak alay edilecek çok belirgin bir özelliğim olmasa da, giyimim ve “köyden şehre gelen saf köylü kızı” metaforunun hakkını veren giyim tarzım ve tavırlarım, bu yeni girdiğim dünyada beni hemen alay malzemesi haline getirdi ve çok geçmeden şu hisse kapıldım; “evet ben bursluyum ve asla zengin çocuklar ile arkadaşlık kuramayacağım”. Hatta okulun daha ilk haftalarında anneme ağlayarak beni mahallemizdeki ilköğretim okuluna alması için yalvarmam da bu yüzdendi, hala da aile içinde anlatılır ve gülünür bu hikayeye. Evet, kısacası hazırlık yılım bana zehir olmuştu, giyim tarzımda bir çok yeniliğe gitmiştim ancak bu sefer de orta 1’e başladığımda, henüz hiç kimsenin ağda, epilasyon yapmadığı bir dönemde, bir erkek bacağını andıran “tüylü” bacaklarım da “anne bana ağda yaptıralıııımm” diye ağlayana kadar birçok erkeğin alay konusu olmuştu. Bakın ne kadar da çok şey hatırladım yazmaya başladıkça….Büyüdükten sonra anneme çok kızdım, beni bu kurtlar sofrasına bu kadar çocuk, modadan uzak ve tüylü bir halde göndermesine…ama sonra anladım ki benim canım annem de bu dünyadan bihaber olduğu için beni hiç uyarmamış. Ha bu arada, yıllar içinde ufak tefek başka olaylar da vuku bulduysa da, orta okulun ilk yıllarında yaşadığım bu deneyimlerimin ardından, hiç arkadaşım olmayacağını sandığım bu okuldan, 7 sene içerisinde, şimdi hayatta en sevdiğim insanlar, kardeşlerimden çok sevdiğim dostlar edinerek mezun oldum ve hikayem mutlu sonla bitti… İşte bu da benim hikayemdir…fiziksel değil sınıfsal, sosyo-ekonomik bir dışlanmanın, alay edilmenin hikayesidir.

Labirent’in hikayesi

Yayınlandı: Mayıs 20, 2011 / Paylaş & Rahatla

Merhaba, açıkçası öncelikle benim durumum şu ana kadar anlatılan alay profillerinden biraz farklı. Kimse gelip yüzüme bu açıdan birşey vurmadı, küçümseme ve alay hep alttan alttan ötekileştirmek suretiyle işledi diyebilirim. Ben Alevi bir ailenin kızıyım, malum ”azınlık” konumlaması içine giriyorum bazı aileler tarafından. Açıkcası Alevilikle ilgili pek çok aşağılayıcı söz duymama rağmen, aile içinde konuşulmasından bahsediyorum, direkt yüzüme karşı bunları duymadım. Ama benim ilkokulda en yakın arkadaşlarımın aileleri Sunniydi,tanımlamayı yanlış yapmak istemem de yine tırnak içerisinde ”aşırı” dindar ailelerdi. Eşleri çarşaflı, arkadaşlarım ise ilkokul 1’den itibaren kapalıydılar. Neyse bunları geçelim, ben sık sık giderdim onlara. Birgün Kurban günü bana verdikleri kurban etini aldım ama sokakta bıraktım, neden-işte burada da benim ailemin Sunnilere karşı önyargı ya da daha önceden edindikleri yargılar devreye giriyor- Çünkü ailemden çekindim. Neyse arkadaşım bunu babasına yetiştirmiş, ya da çok küçüktü, kurban etinin kutsal olduğunu düşünüp günaha girmemek için söylemiş diyelim, neyse babanın dediği şey şuydu “ailenle görüşeceğim ve onlara diyeceğm ki kızınız ‘Müslümanları’ sevmiyor”. İşte o an bir an Müslümanlar filan kaldığımı hatırlıyorum, nasıl yani Aleviler Ali-amca çocuğu Müslüman değiller mi diye! Bir diğeri de ortaokulda din dersiydi, ilkokul hocam da Alevi olduğu için ben açıkcası dua mua ezberlemedim hiç, ortaokulda ilk Arapça dua verilince çok şaşırmıştım zaten. Neyse konu bu değil, tüm bunlara rağmen bir ”Alevi” olarak “Sunni” propagandası yapılan o din derslerinden çoğu sefer 100 ü çakmıştım. Hocamız da pek sever görünürdü beni görünürdü diyorum çünkü içten içe burada da işliyor süreç. Sunni düşük not alan bir arkadaşıma, “bak o kız Alevi, sen onlar kadar olamıyor musun, Aleviliğine rağmen 100 alıyor” demiş. Duyunca gerçekten pek üzülmüştüm. ve ailesel korkulardan Alevi olduğumu söylerken hep düşünmem, ya da ben Aleviyim dediğim de ” aa benim de Alevi arkadaşımlar var, ama çok iyiler ya da çok iyiler” gibi buram buram ötekileştirme kokan teselliler de hep tuhaf hissetmeme sebep olmuştur. Bir de bir yerde Alevi olduğumu öğrendiklerinde ki bu en ağırıdır ”he siz Fırat’ın bozuk tarafındansınız” denilmesi de takdire şayan bir ötekileştirmeydi, ayrıca Dersimli Zaza’yım (Kürt). Zaten işin etnik kısmını yazsam yer kalmaz! Sanırım tüm bu ötekileştirmeler, 4 yaşına kadar konuştuğum anadilimi şuan konuşamamama sebep olan. Keza 4 yaşına kadar Dersim’de büyüdüm ve annemin dediğine göre hep Zazaca konuşurmuşum ama uzun süre bana evde konuşulan Zazaca hep ”şakice” geldi, ailemin sunni olmasını dilediğim kadar hep ”Türk” olmasını da dilemiştim. Çünkü farklılığı hissetmek açıkcası benim açımdan gerçekten çok zordu. Şu an 4 yaş öncesini hatırlarken hep Türkçe hatırlıyorum ne enteresan- ki 4 yaş öncesi bende çok önemli olduğu için de oldukça net hatırlarım- ve şimdi bu dili tekrardan öğrenmeye çabalıyorum. Hatta açıkçası yıllarca neden ben farklıyım diye üzüldüğüm şey, milliyetçiliğe kesinlikle kaymadan diyebilirim ki, bazen çok ilgi çekici geliyor. Dediğim gibi durum budur! Farklı olmaya alıştım, ki keza şu anda kendimi Alevi olarak tanımlamasam da kendimi tanımladığım şey de ayrı bir farklılık durumu olduğu için bazen yorucu olsa da seviyorum. Yıllarca neden ben de ”normal” herhangi biri değilim derken, şuan birilerinin dayattığı değil de kendimi ararken bulduğum, kendimi tanımlama şekli, çoğunluktan farklılık artık bana hem aklen hem vicdanen daha doğru geliyor. Artık farklı olmaya sitem etmiyorum, aynı olanlar, aynılığı savunup sürdürmeye çalışanlar canımı sıkıyor 🙂

Not: Bu arada yazma fikri güzelmiş, baştan kendinizi bilmediğiniz birilerine açmak hafif ”korkunç” görünse de, yazarken rahatlıyorsunuz, deneyin derim.

S’nin hikayesi

Yayınlandı: Mayıs 19, 2011 / Paylaş & Rahatla

Evet benim de içimi dökme zamanım gelmiştir millet.

Ben bi konudan değil, o kadar çok konudan alay konusu oldum ki.
Öncelikle benim doğuştan çok çok benim var.
Bunlardan ameliyat oluyorum, 3 yaşımdan beri.
Bu ameliyatlar sonrası çoğu yerim yara izi oluyor, eskiden insanlar etek giysem bakıyordu, koluna vuruyodu öbürkünün dürtüyodu falan, çok üzülüyodum.
Çok saçma bişey olduğunu sonradan anladım büyüyünce anlıyor insan.
Minibüste giderken çocuk kolumu kendine çekip bakmıştı hatta. Ne olduğumu şaşırmıştım.
Sonra ilkokulda dalga geçiyolardı benle 101 dalmaçyalı diye, ama ben üzülsem de gidip ağlamadım hiç, hep güldüm.
Biraz büyüyünce tek dediğim laf “bana dediklerinin aynılarını Allah onların başına versin” oldu.
İnsanlarla dalga geçmemeyi benle dalga geçenler sayesinde öğrendim. İyi de oldu hani..
Bi başka alay meselesi de kilolu olduğumdan tüylenmem fazla benim.
12 senelik erkek arkadaşlarım (onlar samimiyetten söylüyor tabi ama gene de kırıcı bu) “S. bugün traş olmamışsın?”, “Göğsünde kıl çıkmış kızıım!” diyor.
Bir kere de yolda bi çocuk benle aynı yaşta aslında ama salak aynen şöyle dedi ” aa ablanın göğsünde kıl çıkmış!” Ne var yani? Güldüm sadece. Benim elimde olan bir şey değildi bu.
“Aynıları sizin başınıza gelsin” diyip geçtim gittim gene.
Sonra bi sevgilim vardı, hep derdim asla gözlüklü biriyle çıkmam ama neye asla dersen yalıyosun o tükürdüğünü.
Çıktık, sevgiliyiz, çocuk yanağımı sıktı, azcık tüy çıkmış (sakallarım da vardı benim tüm yüzümü ağda yaptırırdım) “Bu ne ya sakalların çıkmış git aldır” dedi. Ayrıldık 2 sene geçti üzerinden çocuk hala sanıyor ki ben ona kırgınım.
O da pişman oldu, aslında işin özü küçük ve çocuk olan insancıklar dalga geçip kalp kırar. Olgun insanlar asla senin dış görünüşünle dalga geçmezler.
O yüzden kimseyi takmamak gerekir, onun dediği benim hayatımın ne kadar payını kırabilir ki? Çok da önemli!

Şişko Karı’nın hikayesi

Yayınlandı: Mayıs 18, 2011 / Paylaş & Rahatla
Evet aslında her şey rumuzda gizli. Kendimi bildim bileli kiloluyum. Ha kilo veremiyor muyum? Veriyorum. Epey veriyorum ama yine de insanlara göre “taş” kategorisine giremiyorum.
Neyse ben tam geçen gün “oh 10 kg verdim” diye sevinirken, hiç ama hiç sevmediğim bir kızın benden bahsederken: “Aman boşver sen o ‘Şişko Karı’yı” dediğini öğrendim.
Evet başta üzüldüm, hala da üzülüyor olabilirim. Ama yine de en azından kendi komplekslerimi kapatmak adına başkasını kötüleme ihtiyacı olan “basit kızlar”dan olamadığım ve ayrıca bu kiloma rağmen hala bazı kızları kıskandıracak kadar çekici olduğum için kendimle barışık olarak kilolarımı vermeye devam ettiğim için mutluyum.
Üzgünüm kızlar, benimle alay etmek ve kötülemek için daha yaratıcı olmanız gerekecek.

Okulda maruz kaldığım alayları sınıflandırırsak (evet, bu konuda hayli bereketli bir hayatım oldu) sanırım en kalabalık kategoriyi “kafa alayları” alacaktır. Babam iri uzuvlara sahip bir adamdır. Annem de ufak tefek sayılmaz. Bir de üstüne benim yan etkisi “beynin suyla doluyor, kafan kocaman oluyor” (bu tip bir şey demişti bir arkadaş benim o hastalığa sahip olduğumu bilmeden, çok gülmüştük o gece C.’ye) hastalığımı ekleyince, evet, benim annemin doktor deyimiyle “normalin üst sınırında” bir kafam var idi. Ancak, burada bu şekilde yazılınca benim kafamın inanılmaz büyüklükte, “kafadan sağa dön, orada beni bekle”, “hani şehrin merkezindeki the kafa AVM var ya, orada buluşalım” tarzında bir kafamın olduğu da düşünülmesin. Normalin üst sınırları seni seven, sadistik alay etme ihtiyacına sahip olmayan insanlara göre “sen aslında buna rağmen çok güzelsin” olabilecekken, alay etme heyecanıyla gözleri etrafı tarayan alayedicilere göre inanılmaz bir fırsattır. Ki benim süper okulumda bu ikinci kategoriden çokça vardı. Öyle ki özellikle okulumun ilk birkaç yılı kafam – benden bağımsız olarak – epeyce popüler oldu. Nedense bu konuda özellikle servisteki anılarım geliyor aklıma. “Basketbol topundan bile büyük oğlum” lafını çok net hatırlıyorum mesela. Ya da kafamı arkamda oturan bir çift elin ölçtüğünü, arkadan gelen gülüşmeleri, onlar kadar hazırcevap olamadığımdan bunu görmezden gelmeye çalışmamı, eve gidene kadar üzüldüğümü belli etmeden sabit oturmaya çalışmanın verdiği yorgunluğu ve eve varmanın dayanılmaz mutluluğunu.

Kafa benim için o günlerde inanılmaz merkezi bir güzellik unsuru idi. İnsanlar kafa kriterine göre güzel ve çirkin reyonlarına yerleştiriliyorlardı. Kafası büyük olanlar otomatikman çirkin olarak damgalanıyor, kafası küçük olanlar haklı olarak güzellik kraliçesi ve kralı edalarıyla etrafta cirit atıyorlardı. “Onun küçücük kafası yeter be!”

Sonra ne oldu bilmiyorum, bir şey bu algıyı kırıverdi. Keşfettim ki aslında bizim kafanın üzerinde birkaç tane olmak üzere, bir sürü başka uzvumuz da varmış. Gözlerimiz, burnumuz, ağzımız, kollarımız, bacaklarımız! Hani illa güzel olacağız diye bir kural yok ama güzellik diye bir şey varsa o da bir bütünmüş. Bu gözle bir daha baktım o günden sonra benimle alay edenlere. Bir sürüsü bildiğin küçükkafadan ibaretmiş meğer. Enteresandı o değişimi yaşamak. Çok zaman aldı tabii, ama mutlu son.

Benim bu kafa kompleksimi aşmam çok uzun zaman aldı. Arkadaşlarıma bahsedebilmem, psikiyatra bahsedebilmem (kadın şöyle bir arkanı dönsene deyip beni güzel olduğuma ikna etmek için kaç seans harcadı acaba!)…Hala daha şapkalarla aram pek hoş değildir örneğin!

Herneyse bu süreçte enteresan şeyler de oldu tabii. Örneğin serviste benimle kafam dolayısıyla dalga geçen bir çocukla kafası dolayısıyla dalga geçilirken ben (onlar farkında değildi ama) önde oturuyordum. Seninle dalga geçen insan (ve dolayısıyla senin gözüne enteresan bir şekilde kusursuz görünen insan) ile dalga geçilmesi hakikaten çok şaşırtıcı. Hele ki tam da seninle dalga geçtiği uzuvla dalga geçiliyorsa! Ancak fark şu oldu ki, çocuk bir hazırcevaplık örneği gösterdi, oradaki herkes güldü ve konu bir daha açılmadı. Ama benim gözümdeki bir perde daha o anda bir daha geri gelmemecesine yok oldu! Bir başka unutamadığım anı da şudur: Bir gün okulun bahçesinde yürürken hiç tanımadığım, okula yeni girmiş bir kız gelip, son derece saf bir şekilde “abla, sana neden uzaylı diyorlar?” diye sormuştu. Diyecek hiçbir cevap bulamamış, sadece gözlerimi doldurabilmiştim. Son olaraksa benimle serviste dalga geçen bir çocuğun bir şekilde numarasını almıştım. Kendisi benden epey büyüktü. Onu arayıp beni çok üzdüğünü söylemiş ve hatta bir-iki dakika da kendimi tutamayıp ağlamıştım. Kendisi bu duruma çok şaşırdığını, çünkü serviste domuz gibi tepkisiz oturduğumu (bu zamanla kazandığım inanılmaz bir özelliğimdir) söylemiş ve birdaha benimle dalga geçmeyeceğine dair söz vermişti. Gerçekten de öyle oldu. Bu da böyle bir başarı hikayesidir.

NOT: Taksim’de kafası aşırı derecede küçük bir sokak adamı var. Yerde oturur hep, bir şeyler satar. Ona her bakışımda gülesim geliyor. “Sen yanlışsın, ben yanlışım. Kim doğru be abi” diyesim geliyor. Sonra bu isteğimi bir sonraki sefere erteleyip yürümeye devam ediyorum.

Sincap diyor ki…

Yayınlandı: Mayıs 17, 2011 / Paylaş & Rahatla

Kendini, kendin gibi sevemedin mi sen?

D’nin paylaştıklarını okuduğumda biraz kendimi gördüm. Kendisiyle dalga geçmekten, kendisi olamamış bir kızım ben de.
Okulun kapısından girdik ve nedense hiç bir silah zoru olmadan; bir anda gruplara bölünüverdik. İnsanın doğası bu demek. Bazen fiziksel bir farklılıktan, bazen anneninizin sizi hala ilkokulda zannedip, komik ve aşırı dikkat çekici / hiç de seksi olmayan / palto ve ayakkabılar giydirerek okula yollamasından.
Benim durumum çoğunlukla ikincisiydi, diğer kızlar “genç kız gibi giyinirken”, ben onların ilkokula giden çingene pembesi montlu küçük kız kardeşleriydim adeta.
Hiç bir zaman marka takıntım olmadı (şükür) o zaman marka ne demek inanın bilmediğim yaştaydım (11) ama çoğu kişi olayı kapmıştı. Bu durumda ailemde bu tip elitist bir okula giden ilk kişi olmamın etkisi de büyüktür diye tahmin ediyorum.
Diğerlerinin anneanneleri bile aynı okuldan mezun olurken, bilemedin ablası/kuzeni, vs. Ben o okula gelmeden dünya üzerinde böyle bir dilin varlığından haberdar değildim.
Aile içinde “kesköse, kes kafayı koy kümese” tarzında latifelerle gerçekten bu elitist yaklaşımdan yardlarca uzakta olduğumuzu dışardan gören herkes anlardı. Bense hala buna gülerim.
Yani ben anlamadım başlarda çoğunluktan olmadığımı. Her ders zili çaldığında, tek istediğim bir an önce şu sıkıcı sınıf ve öğretmenden kurtulup, kendimi bahçeye atıp; top koşturmak, bilinçsizce koşmak ve oynamak, bilirsiniz işte çocukluğumu yaşamaktı.
Benden önce büyüyen/ ve veya büyüdüklerini kanıtlamak isteyenler tarafından bu amansız enerji “ezik” olarak nitelenmeme neden oldu.
İlk başlarda duymazdan gelmek kolaydı, tesadüfi birşey bu herhalde, 3-5 kişinin bana aynı sıfatla hitap etmesi diye düşündüm. Ne zamanki “ezik” benim sıfatım değil de, ismim oldu, o zaman yavaş yavaş etrafımdaki kü(i)tleyi hissetmeye başladım. Ben de kendi kütlemi doğurdum sonra; nurtopu gibi savunma mekanizması.. Hikayenin bundan sonrası çoğu “ezik” için aynıdır sanırım.
Yansıtma mı dersin, (aslında kendisi ezik olduğu için bana öyle diyor olmalı hımmm) yüceltme mi istersin (evet ben eziğim, hatta bunu bana kimse demeden önce ben ilan edeyim, çantama yazayım mesela, oha süper fikir!!!) yoksa yer değiştirme mi arzu edersin? (okuldakilere kızıp, evde ergenlik taslamalar)
Af buyurun ama bunları okuyup “get over it, you looser!” çığlıkları atacak bir çok insan da tanıyorum. Bir yandan bunu düşünmek de içimdeki eziği kamçılıyor. Acaba o tarafta olsaydım, nasıl olurdu? Merak işte. Gerçekten yahu nasıl olurdu?? (Burada kesiyorum bu konuyu.)
Popilerlerin (öyle telaffuz edilirdi) espri dağarcığı sadece fiziksel yönlere abanmaktan körelir, gelişemezdi. AA şişkoya bak, aa safinaz, aa tahta göğüs, vs.. Ezikte malzeme boldur; dış görünüş de vardır ama oraya saplanıp kalmamıza gerek yoktur. Jöleli kafalarıyla, kısacık etekleri ve şuh kahkahalarıyla, bize göre “boş” kafalarıyla -kendi aramızda- dalga geçebiliriz. Onlar ezik dedikçe, ben .r.p. derdim mesela. (Pek adil değilmişim) Ama geceleri rüyalarımda hep onlar gibi giyinip, okula giderdim. Ve herkes bana aşık olurdu! Bir de hala ara ara gördüğüm (ki takriben 8 sene oldu lise biteli) bir rüyam var fiks; okula gidiyorum ama üzerimde sadece çok eski ve çirkin beyaz bir fanila var. Bildiğin fanila (atlet) Sırada oturuyorum, sözlüye kalkıyorum, bahçede ve kantindeyim, sınava bile giriyorum ama kalkıp eve gitmiyorum. Kabullenmişim o atletle oturmayı. Lisede özgüvensizliğin ve aslında içten içe ne kadar çaresiz hissettiğimin en çarpıcı kanıtı bu rüya olsa gerek. (Bu gece de görürüm kesin)
Aklıma ne geldi bak bu çok komik; annem kaşlarımı almama izin vermezdi benim küçük bir melek olduğuma inanıyor ve bu sıkıntıma bir anlam veremiyor. “Bu ne heves büyümeye?” derdi. Ama anne beni bir tekkaş olduğuma inandırmaya çalışan onbinlerle savaşıyorum!!! Kendimi 2 seneye kadar öyle zannediyordum. Oysa fotoğraflara baktığımızda şu an moda olan kaş uzatmada bile derece alamayacak normalitede kaşım var. E evet var, şekilli ve yay gibi alınmış değiller ama 13 yaşındayız be birader.
Şimdiki çocukların başı çok daha büyük belada. Üzerlerindeki seksi ve popiler olma baskısı binlere kat fazla. O kamplaşmayla bu kadar dalga geçtiğime bakmayın, hala popilerlerden biriyle karşılaştığımda gereksiz bir paniğe kapılıyorum. Onlar muhtemelen sevgililerini veya kıyımsız işlerini düşünürken ben ismimi hatırlamaya çalıştıklarını zannedip, keşke selam vermeseydim yeaaa diye düşünüyorum.
Ben kendimi heeeeeep ve hala sümüklü ve herkesten biraz farklı hissediyorum. İnanın bunun ekmeği de yenir, yenmez değil. Çünkü ne kadar “sex sells” ise farklılık da satıyor. Hepimiz toplum içinde o ya da bu şekilde varolmaya çalışan yaratıklarız.
Geçmişte yaşadığım zor ve yüz kızartıcı, eve gidip ağlatan veya okulda kavga etmeme sebep olan anlar kadar, kendimi ufaktan ufağa onlardan daha üstün hissettiğim anları da hatırlamam gerekiyor.
Eminim bu blogu açan kişi de /bu duyguyu yaşadığını kendine bile itiraf edemese de/ bunu yapmasını sağlayan yegane duygunun; bu üstünlük hissi olduğunu derinlerde bir yerde hissedecek. O hisse tutunmalıyım, çünkü bu doğru, ben farklılıklarıma çıkıntılıklarıma veya çıkıntılarımın olmamasına rağmen hayatta kaldım.
Onların göğüslerine açılan kapılar benim yüzüme kapandı. Hiç bir erkeğin beni gerçek anlamda beğenebileceğine hala inanmıyorum. Bu duyguyu gerçekten sevgilim ne derse desin yenemiyorum.
Pembe&isimsiz paltoma, beden dersinde giydiğim, hiç de x markası gibi oturmayan aşortmanıma bakıp, ulan bende neden emanet gibi duruyor diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ama içten içe “bigün seni yenicem popiler!” derdim. Ve mezun oldum..
İşyerinde yine var, hergün neden makyaj yapmadığımı bu şekilde hasta gibi gözüktüğümü neden çöp evde yaşıyormuş gibi giyindiğimi soran bir avuç kaka insan ile çalışıyorum.. Bi dakka, bi dakka ?!? (OMG! Sanırım hala lisedeyim:)
Dünya zaten hep lise arkadaşlar. Naturel selekşın hesabı. Güçlü ve kaslı olan ayakta kalacak, kaslı olmayan beyin kaslarını çalıştıracak, her iki konuda da ortalama olanlar politik olacak. Yoksa yok olacak, olmasa da yok sayılacak; olsa da olacak, olmasa da olacak…
Gerçekten alaysız bölge, yazdım rahatladım. Bu ilk ama son olmayacak sanırım..
Gözlerinden öperim!